25 Temmuz 2013 Perşembe

Reklamın İyisi

Yıllar önce yine "1993"te Aziz Nesin'in bir demeci vardı, sosyal medyada bolca dolaşır:

"Yarın, öbür gün bu dinciler iktidara gelip İmam Hatip'ten yetiştirdiği talebeleri yargıç, avukat, hekim, mühendis, belediye reisi gibi devletin her koluna atayıp, en son bu talebeleri Harbiye'ye sokarak orduyu ele geçirip devleti her koldan kuşatacaklar. Ama şu an kimse farkında değil." demişti.

Şahsen bunu ileri görüşlülük olarak isimlendirmeyi çok doğru bulmuyorum. Çünkü temelde ayrımcılık, ötekileştiricilik içeren tüm fikirleri "kokuşmuş" ve mutlak surette taraflı buluyorum.

Bu fikir olsa olsa, bir farkındalığın ürünü olabilir. Tehlikenin farkındalığı değil, projelerin farkındalığı...

Şimdi sanılacak ki bahsi geçen taraftan yana fikir beyan ediyorum.

Zerre ilgisi yok.

Aziz Nesin'in, "bu dinciler" dediği, 'bunlar' desek, onlar gelmeden hemen önceki on yıllarda ülkenin aynen yine kendisinin saymış olduğu birimlerini kuşatmış olan 'diğerleri' pek mi matahtı?

Geçmiş Gazete nokta com  diye bir site var. Boş vakitlerinizde girip, Türkiye'nin 2. Dünya Savaşı sonrası siyasetine yıl yıl göz atmanızı tavsiye ederim. 

Ana fikir şu; "biz-onlar".

Dolayısı ile yaşıyor olduğumuz günlerdeki kokuşmuşluk, Türkiye'nin yarıdan fazla ömründe, adeta bir ülke vebası gibi ülkeyi sarmış.

Yaşananlar gösteriyor ki, bu topraklarda gerçek demokrasinin şahlanması mümkün değil.

Kutuplar çok keskin sınırlarla çoktan oluşmuş.

Birinin bir diğerine tahammülü, hoş görüsü kalmamış.

On yıllarca Laik Atatürkçü düzen adı altında demokrasi, belirli bir kitle için çalışmışken, Aziz Nesin'in de "öngörmüş olduğu" gibi şimdi de, her iki düzeni de kontrol edenler tarafından diğer kitleye tornistan ediyor.

Böyle bir kaos içerisinde demokrasiden zaten söz edemezsiniz.

Hele ki demokrasiden söz edebilmeniz için, önce bağımsız bir devlet olmanız gerekir.

Bağımsızlık yalanlarıyla kandırılmış Seyşeller kıvamında bir ülke değil.

Lozan Antlaşması'nda "gözlemci" statüsü ile kalan Abd, aslında bir gözlemci değil, sınır ötesi eyaletlerini himaye eden bir dev güç konumundaydı.

Zira 1. ve 2. Dünya savaşlarında da, özellikle Avrupa'nın ardından tüm dünya devletlerinin yerleşik yönetim düzeninin bozulması ve kaosun ardından kurulacak olan, yeni Pagan Kapitalist düzenlerin inşası hedeflenmişti. 

Bu konuda çok da başarılı olundu. Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya gibi birçok ülke yine aynı kaldı. Savaşın omurgası zaten belliydi, "itilaf ve ittifak" devletleri. Değişen sadece mevcut kemikleşmiş düzenin yöneticilerinin "savaş kaybı" hanesine geçmiş olmaları ve yeni düzenin kurucuları olan Fransız'dan daha Fransız, Alman'dan daha Alman, İtalyan'dan daha İtalyan ve elbette Türk'ten daha Türk bazı isimlerin, kahraman statüsünde ön plana çıkmaları olacaktı. 

Bunlar ve onlar kavramı her dönem sırıtan bir nitelik. 

Kahramanların kahramanlıklarına değinmeyeceğim. Tarih sadece okunarak öğrenilebilen bir kavram olmasından mütevellit, bu hususlarda keskin fikirler öne sürmek, ideoloji bazlı kaynak takibine bağımlı olduğundan çok tutarlı olmayacaktır.

Mutlak surette sapmalar ve yanlışlıklar olacaktır. Çünkü yaşanmamış bir dönem her şeyden önce.

Ben daha çok meselenin ana fikriyle, tabiatıyla ilgileniyorum. 

Biz-siz, bunlar-onlar, itilaf-ittifak, sağ-sol, kızıl-faşist, haklı-haksız...

Bu tip zıtlıklar üzerinden giden her mantık, sonu gelmeyecek anlaşmazlıkların da tohumu olmuş oluyor.

Elbette bunu değiştirmek de çok mümkün değil. Çünkü temelinde insan olan ve en önemlisi sayısı artık milyarları bulmuş olan insanlar olan dünya yaşamında, zıtlıkların olmaması mümkün değil. 

Herkesin aynı düşünmesi mümkün değil.

İşte zurnanın zırt dediği nokta burada başlıyor.

Pagan Kapitalist düzenin, yani dünya nüfusuna oranla komik sayılarda kalacak olan azınlığın, para ya da herhangi bir kapital üzerine kurulu projesini işletmesinin ve bunu geliştirmesinin yegane yolunun zıtlık yaratmak olduğunu, kurucu tim, her şeyden daha iyi biliyordu.

Vasat bir örnekle açıklamak gerekirse, bugün futbol diye tabir edilen minyatür düzen nasıl işliyorsa, dünya üzerindeki devletlerin sistemleri de birebir aynı işliyor.

Taraflar var, daha önemlisi taraftarlar var. 

Fonksiyonları ise, koşulsuz taraf tutmak ve bu uğurda beklentisiz harcamalar yapmak.

Normal kapitalist düzende, olan ya da olmayan bir ihtiyaç üzerinden, belirli bir bedel karşılığında bir hizmet ya da ürün satın alırsınız. 

Zıtlık kavramı üzerine kurulu sistemlerde, sadece harcama yaparsınız.

Bu sisteme göre siz, yaşadığınız süre içinde ve hatta öldüğünüzde de, sisteme para kazandırmakla yükümlüsünüzdür.

Doğumla birlikte borçlanmaya başlarsınız, eğitim hayatı ile devam eder. Mezun olup bir işe başladığınız anda, tansiyon giderek artmaya başlar.

Artık maaşınız vardır. 

Yani sistem, size istemeye istemeye para kazandırmaya başlamıştır.

Onu bir şekilde sizden geri almalıdır.

Çalışmazsanız olmaz, çünkü sistemin çarklarının dişlisi olmanız mutlak gereksinimdir.

Tıpkı Piramitlerin yapımında kullanılan taşları taşıyan insanlar gibi.

Kesintiler, vergiler derken, yaşamsal tüketim unsurları devreye girer. 

Kısacası yaşıyorsanız, "haraç" vermek zorundasınız.

Yani olay döner dolaşır, paraya gelir.

Türkiye'de bu sahne, özellikle 1950 sonrası kemikleşmiştir.

İşte Aziz Nesin'e katılmayışım da buradan gelir.

Dünya devletlerini bu Pagan Kapitailst patronlardan arındırdığınızda, çok basit bir hesapla, ülkelerin hiçbirisinde fakir insan kalmaz. 

Açlık olmaz. Suç oranlarında ciddi düşüşler gözlemlenir.

Çünkü yine bu düzenin, dar gelirli insanların gözlerine sokuyor olduğu, magazinsel hiper hayatlar olmayacaktır.

Farz-ı misal, bir Acun Ilıcalı olmayacaktır.

Topluma zerre faydası olmayan, aksine toplumu uyutmak için yine Pagan Kapitalist patronlar tarafından önce ihya edilip sonra kukla olarak kullanılan bu şahıs, tüm insanlar gibi yaşayan normal biri statüsünde olacaktır.

Yine bir örnekle Bir KOÇ Holding olmayacaktır.

Bir Rothschild, bir Sabancı, bir Ciner olmayacaktır.

Koç'a birkaç sene önce Tüpraş'ı peşkeş çekip, ülke dışında akaryakıtı 1,5 Tl'den satarken, kendi ülkesinde 5 Tl olmasına ön ayak olduktan sonra, baskın yapıyor ayakları yapmak zorunda kalmak, olmayacaktır.

1. ve 2. Dünya savaşları sonrası, Avrupa'ya gösterdiği iyi niyetin binde birini Türkiye'ye göstermeyen patronlar olmayacaktır.

Yanlış anlaşılmasın.

Avrupa da en az Türkiye kadar sömürge. Tabii ki Abd ve diğer birçokları da.

Amiyane bir örnek vermek gerekirse, Almanya'ya 13 Pagan Kapitalist aile tecavüz ediyorsa, Türkiye'ye 113 Pagan Kapitailst ailenin tecavüz etmesinden kaynaklanan ciddi bir hoyratlık farkı zuhur etmektedir.

Bu aileler bir bukalemun misali, Katolik ülkeye çöreklenmişse, koyu Katolik, Protestan ya da koyu Müslüman olabilmektedir.

İnançların niteliği, niceliği ya da samimiyeti kişilerin kendisini ilgilendirir.

Zira büyük bir ortak nokta vardır ki, Trilyon Dolar'ları bulan sermaye blokajları.

Bu sermayelerin edindiği ya da korkuttuğu medya unsurları.

Yine bu sermayelerin ürettiği gösteri dünyası elementleri.

Yine bunların ürettiği yalan haberler ve yalan politikalar.

Yine onların kesintisiz devam ettirdiği sahte seçim düzenleri ve kaos planları.

İşin sırrı maalesef Olin'de değil.

İşin sırrı Gezici-Yandaş, Sağcı-Solcu, Dinci-Laikçi türünde, salakça kutuplaşmalara düşmemekte.

Bu kutuplaşmaları meydana getirenleri farketmekte.

Bu kutuplaşmalardan kimlerin nemalandığını tespit etmekte.

Birilerinin arkasından gidip cukka doldurmak yolunu seçenler, önce Gezi Parkı eylemlerine çıkıp, daha sonra el öpüyorlar.

Hemen ertesi gün de Twitter'dan g.t kılı fotoğrafı yayınlıyorlar.

Toplum bunu nasıl isimlendiriyor?

Şafak Sezer dönek. Yalamacı vs.

Hayır.

Şafak Sezer çıkarımını yapmış, ununu eleyip eleğini asmış ve 'daha fazla voleyi nereden vururum' hesapları yapan bir "oyuncu".

Reklamını yaptı misler gibi.

Önümüzdeki günlerde yine bir banka, gsm operatörü vesaire reklamında boy gösterir.

Pagan Kapitalist'lerin soytarıları bitmez.

Halk olarak tüm kutuplaşmalara hayır diyebiliyor musunuz?

Pagan Kapitalist'lerin maskelerini düşürebiliyor musunuz?

Meclisinizi koruyabiliyor musunuz?

Cumhuriyetin içinde geçen "cumhur" olup, bunu gerçek demokrasi ile harmanlayabiliyor musunuz?

Hiç sanmıyorum.

Atı alan Üsküdar'ı geçiyor.

Dinci Laikçi kafasından daha fazlasını beklemeyin... 

5 Temmuz 2013 Cuma

Vıcık Vıcık Oynamak

Geçenlerde İbrahim Melih Gökçek, medyanın ve köşe "analistlerinin" pek üstünde durmadığı bir bomba patlattı.

"Demirel ve Koç, Sarıgül'ü Chp lideri seçti" dedi. Mustafa Sarıgül'ün Rahmi Koç ve Taylan Bilgel'in Süleyman Demirel'i taziye ziyareti için gittiğini ve taziye sonrası odada bulunan herkesin dışarıya çıkarıldığını ve 4'lü bir zirve yapıldığını da ekledi. 

"Sarıgül 'ün CHP Genel Başkanlığı hayırlı uğurlu olsun. Kılıçdaroğlu, istediği kadar yırtınsın gücü yetmez. 2 manşetle Kılıçdaroğlu'nun ipliğini pazara çıkarırlar. Görüştüler ve bitti bu iş" dedi.

Bu sözde zirvenin detayına girmeye pek gerek yok diye düşünüyorum.

Burada asıl üzerinde durulması gereken, Tc Devleti'nin başkenti Ankara'nın belediye başkanının, olayları değerlendirme perspektifi.

Onunla birkaç dakikalığına empati kurulursa, zihninde, Süleyman Demirel hala Türkiye siyaseti hakkında "baş koltukta" oturan bir etkili isim. Öylesine etkili ki, merhum eşi Nazmiye Demirel'in vefatı için taziye ziyaretine gelen birkaç protokol isimle, hemen devlet konuşmak üzere toplantı salonuna geçebiliyor. "Devlet" eşten de önce geliyor. Devlet'in eşten önce gelmesine, ya aktif devlet başkanlığında rastlarsınız, ya ordu komutanlığında ya da savaşta, bunların dışında da, Cia, Mossad, Nsa, Mi5-6 tipi ajanlıklarda. 

Yine Gökçek'in iddiasına göre devam ettiğimizde, odada Rahmi Koç ve Taylan Bilgel var. 

Yani empatik perspektif analizine devam edersek; Doğan Holding ve Koç Holding, alenen Chp'yi yeni yıldız yapma arefesinde, Akp'nin koltuk değnekliğini yapmakta olan Kılıçdaroğlu'nu da, medya silahı ile Baykal saflarına alma arefesinde.

Medya gücünden o kadar emin ki Gökçek, takkesini kendi nefesiyle düşürüp kelini ortaya çıkarıyor.

Her fırsatta demokrasi ve adaletten söz eden başkan, bir ana muhalefet partisi liderinin, "2 manşetle" indirilebileceğine inanıyor.

Aynı düzenek elbette tersi için de işler. İndirebiliyorsanız, kaldırabilirsiniz de.

Tıpkı Recep Tayyip Erdoğan'ın, birkaç mısra için hapse atılıp, daha doğrusu "mağdur" edilip, hemen ardından da başbakan yapılması gibi.

Bu perspektif öyle kişisel bir şey değil. Bir farkındalığın ürünü.

Ülkedeki patronların, ve ülkeyi Abd ve Avrupa'dan yöneten patronların, medyayı en iyi şekilde kullandığının ve medyanın mutlak tekil sahipleri olduklarının (muhalif çizgidekiler de dahil) farkındalığı.

Yine medyanın Katolik - Ortodoks - Musevi - Protestan anlayışlara koşulsuz hizmet ettiklerinin farkındalığı. Ve bunu da, günümüz "trendi" olan İslam görüntüsünde yapıyor oldukları. 

Gökçek, farkında olmadan yeni "biat" listesini açıklamış ve olası "gelecek konjonktüre" göz kırpmış.

Elindeki içki kadehli fotoğraflara "montaj" diyen Gökçek, gelecekte bir ihtimal, "yeniden çağdaş ve hiç olmadığı kadar Laik Türkiye"nin yeni profilinde, kadehli fotoğraf da verebileceğinin sinyalini vermiş.

Konuyu dağıtmadan medya kısmına dönersek, Türkiye'de işlerin kontrolden çıkma ihtimali üzerine kaygılanan "patronlar", yine kendileri kurdukları İslam maskeli Mısır yönetimini daha dönemini doldurmadan "darbe" marifetiyle indiriverdiler.

Şimdi elinde tüm dünya medyası var. Bir olay meydana getirip, bu olayı da istediğin şekilde yansıtma, anlatma şansı elinde.

Yani "vıcık vıcık" oynama şansı elinde. 

Fas'tan Pakistan'a kadar, sayabileceğiniz tüm ülkelerde, aynı dandik, kalitesiz sistemle iş yürütüyorlar.

Sahte seçimler, sahte partiler, bazen parti isimleri bile birbirinin aynı oluyor. (bkz. Fas Adalet ve Kalkınma Partisi)

Bir yerde kontrolü kaybetmeye başladın mı, hemen dikkatleri başka yöne çekme şansı elinde. 

Çin'de Türkmen katliamı, Mısır'da darbe.

Abd ve Avrupa'ya çöreklenmiş bu "patronlar", yaşadıkları ülkelerdeki insanları da, tüm dünya insanlarını da tabiri caizse "eşşek" yerine koyuyorlar.

Tabi bu noktada, eşşek yerine koyandan mı sual olunmalı, koyulandan mı burası tartışılır.

Ancak hiç yadsınmaması gereken, kitlelerin dolaylı imhası ve mutlak kontrolü için kullanılan medya silahı, en büyük argümanları. 

Medya ile Justin Bieber üretip, İtalya Başbakanı indirebiliyorlar. 

Kılıçdaroğlu indirip, Sarıgül getirebiliyorlar.

Ülkelerin halklarını "terörist" ilan edip, çöreklendikleri ülkeleri İnsan Hakları sözcüsü tayin edebiliyorlar.

Baykal kasedi yayınlayıp, yeni kasetler çekip hazırda bekletebiliyorlar.

Ve daha da ilginci, aynı medya organları kullanılarak halk tarafından açılmış "boykotları" ustaca manevralarla "reklama" çevirebiliyorlar. 
(Divan Otel, Migros, Arçelik, Yapı Kredi)

Biz de öyle bir halkız ki, neredeyse her şeyi yiyip, bir de doğru şeyler yapıyor olmamızın tatminini yaşıyoruz.

Boykotlar hep sözde kalıyor.

Banka boykot edenlerin kayda değmez kısmı icraata döküyor.

Avm'ler yine tıka basa doluyor.

"Babamın oğlu değilsiniz, tabii ki masrafını ödeyeceksiniz" diyen banka genel müdürünün bankasını, Divan Otel yardımı nedeniyle bir anda doğru banka olarak seçebiliyoruz. 

Yakın bir gelecekte, "aranan kan" konuşmaları yapacak olan, x parti liderinin de tüm kanlı konuşmalarını yiyip, sandığa gideceğiz. 

Belki baraj da inecek.

Türkiye yine eski koalisyonlu sisteme geçecek.

Tabi bunlardan da önce, atlatılması gereken bir "çözüm süreci" kaosu var.

Bdp, "Pkk'nın uyuşturcu ile mücadele ettiğini bütün dünya bilir" gibi bir inci attı ortaya.

Bakarsınız, önümüzdeki seçimin yıldızı, "her kesime hitap edeni" Bdp olur.

Olaylar yine vıcık vıcık devam eder.

Biz de bir şeyleri değiştirdiğimizi sanar avunuruz...